İnsanın oyalanmasını, vaktini eğlenerek harcamasını sağlayan, genellikle de kuralları olan eğlentilere oyun deniyor.
Oyalananın, dikkatini hakikatten, hayal ve beklenti âlemine salan bir güdü; yöneten ve yönetilenlerin olduğu bütün zamanların en güçlü silahı.
Sahibin hakimiyet alanı..
Antik tiyatrolar, arenalar, spor saha ve salonları boşuna mı yapıldı sanıyorsunuz?
Oynatan için, oyunun kazanç hanesi tekli değil deriz ya oyun içinde oyun diye…
Günümüzün kitlesel hastalığı, oyunun büyüğüne futbola bir göz atalım mesela…
Belirli kuralları olan, basit bir oyundur futbol…
Nedense her müsabaka sonunda; bir taraf, kuralların adil uygulanmadığını iddia ederek isyan eder. Hak aramak için çırpınır. Tuzağa yakalanan av gibi çırpındıkça daha çok acı çeker. Zarar katmerleşerek büyür.
Kurumsal her organizasyonda olduğu gibi futbolun da bir patronu var.
Peki, patron ne yapar?
Hiç bir şey!
Sadece kazanır. Bazen para, bazen itibar…
Ama sonuç değiştirilemez.
Çünkü oyunun yazılmamış kuralı bu…
Dikkatli bakarsan; en büyük kumar organizasyonun (Ona da milli şans oyunu diyorlar) sahibi de, futbolun sahibi de, oyalayandır.
Şimdi sorabilirsiniz!. ‘İnsanların dikkatini dağıtmak, düşünce ufuklarını saha sınırlarına hapsetmek istiyorlarsa, neden oyunu daha eğlenceli ve acısız hale getirmiyorlar?’ diye…
Oyun içinde oyun vaaar…
Kazanç içinde kazanç…
Toplum mühendisliği var.
Önce hayal kurduracaklar.
Sonra o hayallerini gözünün içine baka baka çalacaklar.
Sen bir şey yapamayacaksın!
Kabulleneceksin. Yutacaksın, güce teslim olmayı öğreneceksin.
Hep böyle olmuştur…
Antik çağlarda, arenada aslanlara yem edilen zavallı ölürken, bu ölüme alkış tutanların ruhsal hali nasıldı?
Vahşetin zirvesinde eğlenirken seyredene öğretilen neydi?
Biat etmezlerse kendi yollarının da arenadan geçeceğini kafalarının bir yerine yazmışlar mıydı?
Ne yaparsan yap, patron belli…
Ya uyacaksın, ya da uyduracaklar. Üçüncü bir seçenek sunulmamış.
Belki de var. Arenadaki aslana diklenecek cesaretin varsa.