TAMER KÜÇÜK


İLKELER VE İLKELLİK…

İLKELER VE İLKELLİK…


Yağmurdan korunmak için sığınılan çatı gölgesi, dam tepeden uçunca açıkta kalır. Alışkanlıkların güdüsüyle aynı yere sığınıp yağmurdan korunmayı beklemek nasıl akıl karı değilse, böyle inananların sayısı azımsamak bir o kadar yanıltıcıdır.

Yeni meselelere eski yöntemlerle çözüm üretmenin imkansızlığını görüyor ve yaşıyorken, insanlığı mazinin karanlık dehlizlerine hapseden nedir dersiniz?

Bilimin baş döndürücü gelişimi ve bilginin yayılma hızı eski öğretilerin doğruluğu tersyüz çağımızda gözü yumarak gerçekle yüzleşmekten kaçılamıyor.

Yüzleşilen en acı gerçek; koşulsuz inanılan yalanların foyası gün yüzüne çıksa bile kulak ardı ediliyor…

Alışkanlıkların kolaylaştırdığı, tekrarların emniyet sahaları oluşturduğu bir yaşam biçimi çağımız insanı için ne kadar doğrudur bilemiyorum! 

Eski yöntemlerden edinilen tecrübelerin, eylemselliğin yaratacağı kayıpların az-çok bilinmesine olanak sağlaması, yeni yöntemlerin yaratacağı sonuçların muallak (bilinmez) olması insanı kolaya sürüklüyor.

Kolaycılık veya stabilizasyon kural mıdır (?) diye sorarsanız, değil elbette!

İlken insanın yırtıcılara ve doğal olaylara karşı güvenli saha arayışı doğruydu. Ancak, ateşin yakıcılığına rağmen ıslah edilmesi (örneği), insanda emniyet alanlarını terk etme güdüsünün olduğunu, doğasında sığınmacılığının yanında işgalci tarafının da bulunduğunu gösteriyor.

Ortak atadan gelen toplulukların; yaratılan ilk bilgi ürününden vaz geçememesi, sorgu ve kıyasın reddi, anlamını yitirmiş üründe ısrar etmesi zihinsel olarak çağın gerisinde kalma kararları olarak değerlendirilebilir.

Tecrübeli bir yöneticinin sözü aklıma geliyor... Derdi ki “tecrübe gelişimin önündeki engeldir”.

Tabii ki tecrübe iyi bir şey; ama yol tek değil…

Zaman, mekân, sıcaklık, hava koşulları ve bunlar gibi bir sürü etmenin değişmesi sonucu da değiştirir.

Dolayısıyla yenilenme kaçınılmaz sondur.

DEĞİŞİMİN ÖNÜNDEK ENGEL

Âdemoğlu sosyalleşmeye başladığı andan itibaren sömürüye açık hale geldi ve güçlüler lehine, piramidin tepesinden tabanına doğru uzanan adaletsiz ve vahşi sömürü sistemi yaratıldı.

Kabile şefinden devlet başkanına, büyücüden din adamına, avcı başından asker komutanlara, sürü sahiplerinden sermaye sahiplerine doğru şekillenen iktidar, hakimiyetini devam ettirmek için kurallar vaaz etti. Kurallar kişiler değişse de değişmedi. İhtiyaç halinde rötuşlar yapılıp başka şekilde kullanıldı.

Buna ilke dendi, töre dendi hatta ileriye gidilip din dendi.

Bugün kanun diyoruz.

Hayvan toplulukları da dahil olmak üzere oluşan her sürüde lider vardır. Lidersiz sürü dağılır, saldırı halinde ortak akıl üretemeyecekleri için yırtıcılara yem olur.

Sürü güvenliği için kendisini yönetecek lider seçer ve en ağır bedeli öder. O bedel iktidardır. Özgürlükten vaz geçip iradenin devri...

Ez cümle, iradenin devri eşittir sömürüyü kabul.

Sosyolojik süreçlerine ve detaylara girmeden kestirmeden anlatmaya devam edelim.

Sömürü için, bir istismar eden bir de istismar edilen gereklidir. Edenler güçlü azınlık, edilenlerde az güçlüden en zayıfa doğru büyükçe bir sınıfı oluşturur.

İktidar, sürünün zenginliğini, teokratik, demokratik ya da fideistik sistemlerle elinde tutar...

Sonra!

Bal tutan parmağını yalar!

Sömürünün sınırı sömürenin iştahı kadardır.

Bir dostumla sohbetimizde arada geçen anekdotu paylaşmak istiyorum.

“Sömüren için sömürü bir haktır. Zamanla iştah da artar egoda. Kendini diğer insanlardan başka yere koyar çünkü. Tanrı krallar dönemini hatırla. Antik çağların hikayesi gibi geliyor değil mi? Eğer bir yerde sömürü varsa ve tanrı krallar ölmemiş demektir”.  

İlk insandan günümüze uzanan süreçte, kabile reisleriyle tanrı arasında herkesin göremediği kutsal bağın varlığından söz edilir. Tanrının bütün sıfatları reisin karakterinde saklıdır ve herkes ona boyun eğmelidir.

Silahın yapmadığını tanrıya yaptırır sömüren.

Hem tanrı inancını hem de kitleyi sömürürken tatminden aldığı haz daha da artar.